Kaptan, “aç şu lanet kapıyı” dedi.
Andreas’ın eski sevgilisi hamile miydi?
Uçağı yere çakan pilotun gözleri bozuktu.
Aslında eğitime ara vermişti, çünkü depresyona girmişti.
Tanesi 50 bin avroya iki araba almıştı.
Oysa sağlık kontrollerinden tam sağlam olarak çıkmıştı.
Savcı, bakar bakmaz, uçağı pilotun düşürdüğünü anlamıştı.
Evinde yırtık bir hasta raporu bulunmuştu...
Medya dünyanın her yerinde aynı. Çünkü; dünya emperyalist kapitalizmin insan denen varlıkla dalga geçtiği aşağılık bir merkeze döndü. Tek elden yönetilen kuklalardan oluşan bir garabet kumpanyasının zavallı üyeleri akıl dışı avuntularla “canım, olduysa bundan oldu, ama bizde başka” demek suretiyle korku ve telaşlarına kılıf aramaktalar. Yoksa başkalarının acıları ile bu denli duygusuz ve hoyratça oynanabilir mi?
Ama insanlar, şöyle bir durup düşünseler,11 Eylül faciasına kurban giden en gelişmiş ülke vatandaşları ile Ermenek’te boğularak ölen yoksullar arasında akibetleri açısından bir fark olmadığını görecekler. Ve bu yaşamda kendilerine biçilen rolün ne olduğunu anlayacaklar. O zaman belki, harcayamayacakları o parayı kazanmak için gece gündüz koşturarak hayatlarını heder ettiklerinin farkına varacaklar.
Dünya’nın en prestijli havayolunun sorumluluğunda olan bu facianın, sadece ruh sağlığı bozuk bir pilot üzerinden tartışılması, sermayenin her şeyi olduğu gibi bu ciddi meseleyi de nasıl bir kıvraklıkla manüpile ettiğinin en açık örneğidir. Önemli olan kazanılması gereken paradır. Gerisi laf-ü güzaftır. İnsan dediğin sadece müşteri, çalışanlar ise bedelleri ödenen köledir. Ölen ölür, kalan sağlar bizim eşeğimizdir. Durmak yok, sormak yok.
Sevgili Engin Aksüt, son tahlilinde yorumculara yanıt verirken şöyle diyor; “Bu nedenle Türkiye’de asker olsun sivil olsun hiçbir pilotun böyle bir eyleme kalkışacağına inanmıyorum.” Tüm yazılarını ve fikirlerini çok beğenerek izlediğim sayın kaptana bu konuda şiddetle itiraz ediyorum. Zira; hiçbir akıl, mantık ve duygunun kabul etmediği bu durumun, mesleğe bağlı olmak ya da hangi ülkenin vatandaşı olmakla açıklanması mümkün değildir. Sürekli yinelemeye çalıştığım “Küresel Cinnet”, bu parametreleri ciddiye almaz. Ve kötü yüzünü, işaretlerini daha önceden vere vere, yani ‘geliyorum’ diyerek herhangi bir ülkede, herhangi bir zamanda gösterir. Ama biz insanlar, dayatılan yaşam şekli ile felaketleri önceden farkedemeyiz. Uyaranları da dinlemeyiz.
Kuşkusuz bu kazanın da gerçek sebepleri ortaya çıkacaktır. O zaman daha sağlıklı değerlendirmeler yapılacak, belki de sektör ders çıkarıp önlem alacak yeni sorunlarla karşılaşacaktır. Ama, o nedenler ne olursa olsun; acımasız kapitalizmin ve haksız rekabetin bu tür olaylardaki büyük payını unutturamayacaktır.
Neden düşük maliyet? Ne demek bu? Hani havacılıkta en önemli şey yolcu güvenliğiydi. Madem bu ucuzcu şirketlerin operasyonuna izin veriliyor, öyleyse işletmesi pahalı olan şirketlere ne gerek var? Yani iş sadece koltuk aralığı ile yemek servisinde mi? Bırakın allahaşkına biraz ciddi olalım. Bu işe ucundan kenarından bulaşan herkes, işletme giderleri içindeki en büyük payın personel, özellikle uçucu personel için yapılan harcamalar olduğunu bilir. Bunlar en detaysız hali ile ücret, ana üs dışı harcamalar ve işgücünün azamide kullanılması olarak tanımlanabilir.
Havayolu yönetimleri eğer personel, özellikle uçucu personel bulmakta güçlük çekiyorlarsa ne yapacaklar? Sözde cazip koşullar ve dolgun ücretlerle insan istihdam edecekler sonra da zalimane koşullarla çalıştırıp kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alacaklar. Ama aldıkları, o insanların bir daha geri gelmeyecek hayatlarıdır. Ve akıl almayan şey; sektörün uçucu açığının en fazla olduğu günümüzde uçucuların inanılmaz bir korku ve suskunlukla kendilerine reva görülen tüm muameleye boyun eğmeleridir. Arz talep kuralının tersine çalıştığı tek ülke bizimki olmalı. Hem de sadece Türk vatandaşlarına yapılan negatif ayırımcılıkla. Örneğin THY, yabancı Kaptan Pilotlarla yaptıkları iş kontratlarından bir tanesini açıklasın da görelim.
Bununla beraber 2005 yılında ilk defa yürürlüğe konan SHT-6A.50 mesai talimatının zamanın bakanının imzaladığı ilk halini de yayınlasınlar. Yayınlasınlar da şimdiki 5. değişiklikle kıyaslayalım. Yayınlasınlar da otoritenin sermaye elinde nasıl oyuncak olduğunu ve insanların ve ailelerinin hayatlarının nasıl çalındığını görelim.
Herkes suskun, herkes mutsuz, herkes yorgun ve herkes korku içinde. Kimse konuşmak istemiyor. Ama bu gerçekleri değiştirmiyor. Bir de “vallahi uçuştan eve, evden uçuşa gidiyorum hiçbir şey beni ilgilendirmiyor, halimden de memnunum” diyenler var ki, durumu daha vahim olanlar onlar aslında. Çünkü, canı en çok yanan onlar, boş günlerinde kravat takıp yönetim binalarında kendini gösterip boş umutlarla acılarını hafifletmeye çalışırlar. Öbürleri hiç olmazsa şikayetlerini dillendirip biraz olsun içlerini boşaltabiliyorlar.
Andreas Lubitz antideprasan kullanıyormuş. Cehenneme çevrilmiş şu dünyada antideprasan kullanmayan mı kaldı? Uyuşturucu kullanım yaşının nerelere düştüğünü ve Bonzai’den ölen çocuk sayısını sadece televizyon haberi olarak algılarsak duyacağımız her şeye “allah allah!” diye şaşar kalırız. Uçuş programı ile tebliğler arasında savrulup duran uçuş ekiplerinin ayakta nasıl kaldıklarını hiç sorgulayabiliyor muyuz? Hadi anımsayalım, bir kaptanın çocuğuna okulda sorarlar; “baban ne yapar?” çocuk cevap verir; “ya uyur, ya da uçuşa gider.”
Bu kaza da yakında unutulacaktır. Kokpitte iki kişi bulunma zorunlu hale getirilip insanların gazı alınacaktır. Büyük olasılıkla daha başka önlemler de alınacaktır. Ama asla kimse, çalışma koşullarının düzeltilmesi için bir gayret göstermeyecektir. Çalışanın bir insan olduğu ve onun da yaşamaya hakkı olduğunu fikrini kabul etmeyecektir. İş çalışanlara kalmıştır ve kalacaktır. Ama bu aymazlık, bu korkaklık devam ettikçe daha çok kapılar yüzümüze kapanır ve birgün dışarda kalma sırası bize de gelebilir.