1/ Yolcu Uçağıyla Akrobasi Yapmak:
Uçakla akrobasi hareketleri yapmak pilotluğun en zevkli bölümlerinin başında gelir: Elbette uçağın akrobasiye elverişli olması koşuluyla! Başta yolcu tipi olmak üzere büyük ve geniş gövdeli uçak sınıfı, yapısal kısıtlamaları nedeniyle akrobasiye uygun değildirler.
6.8.1955 günü Seattle şehrinin Washington gölü üzerinde Boeing Model 367-80 (B-707 yolcu ve KC-135 tanker modellerinin ortak prototipi) uçağıyla fıçı tono hareketi yapılmıştı. Şef test pilotu Alvin M. Johnston (Tex lakaplı) ve co-pilot pozisyonunda James Ganned tarafından (FEO pozisyonundaki uçucunun ismi bilinmemektedir) yapılan fıçı tono hareketi, kentteki bir şenlik nedeniyle 250.000 kişi tarafından heyecanla izlenmişti.

Fıçı tono esnasında sağ kanat altından Seattle şehri tersten görünüyor.
Uçak yaklaşık 112.5 ton ağırlığında ve dört motorluydu. Uçakta herhangi bir takat kaybı olmaması, motorlarının düzgün çalışması için yakıt, yağ, hidrolik akışında herhangi bir kesintiyi engellemek, gövde ve kanadın yük sınırlamalarını zorlamamak amacıyla +1 “G” lik çekişle (uçak üzerine yerçekimiyle binen aerodinamik yük) fıçı tono hareketini adeta yavaş çekimde tamamlamıştı.
İzleyicilerin arasında Boeing şirketinin genel müdürü ve diğer üst düzey yöneticiler de vardı. Ertesi günü müdürün ofisine derhal çağırılan Tex Johnson’a ne yaptığı sorulunca cevabı “Uçak satmaya çalışıyordum” olmuştu. Nitekim KC-135 tanker modeliyle ilgilenen hava kuvvetleri heyeti gösteriden etkilenerek hemen yüklü bir sipariş vermişti.
Bu gösteriden sonra hiçbir test pilotu yolcu, kargo vb. modelindeki uçaklarda benzeri bir akrobasi hareketine teşebbüs etmemişti...
2/ Havayolu Diplomasisi:
II. Dünya savaşından sonra ve soğuk savaş boyunca, ABD-SSCB (eski Rusya) arasında sivil havayolu uçuşları malum gerginliklerden ötürü yapılmıyordu.
Yine de uzun diplomatik görüşmeler, çabalardan sonra gereken adımlar atılarak Sovyetler’den Aeroflot (o zamanlar tek şirketti), ABD’den PanAm havayollarının uçaklarına izinler çıkmıştı. Karşılıklı olarak Mart 1968’de New York ve Moskova’ya uçaklar hareket etmişti. İlk Aeroflot uçağını New York’ta 2.000 kişi karşılamıştı. Pan Am’ın 4415 sefer sayılı B-707 uçağı Moskova’ya indiğinde biraz gergin olsa da benzer meraklı kalabalıklar karşılamıştı.
Ne var ki bir ay sonra SSCB, Prag Baharını durdurmak için Çekoslovakya’yı işgal edince iki ülke-kutup arasındaki diplomatik gerilimler hemen yükselmişti. Bunun sonucunda ABD-SSCB uçuşları da karşılıklı 1981’e kadar durdurulmuştu...
Yine de jet yakıtlı diplomasi günümüzde farklı ülkeler arasında siyasi-jeopolitik bir eylem alanı olarak devam etmektedir.
3/ Kol Saatinin Yaygınlaşması:
Ünlü Fransız Cartier şirketi saat, mücevher, gözlük vb. ürünleri tasarlayarak üretmektedir. Hem lüks ve gösterişli hem de çok pahalı ürünleriyle “Kralların Mücevhercisi” olarak ta anılmaktadır.
Brezilya asıllı Fransız havacı Alberto Santos-Dumont, birçok zeplin modeli tasarlayıp genellikle Paris ve civarında uçuşlar yapmıştı. Bu konuda o kadar yetkinleşmişti ki, 9 Numaralı zepliniyle Paris’te bir kafeye inip öğlen yemeği yedikten sonra tekrar havalanmıştı. 
Solda Alberto Santos-Dumont 9 nolu zepliniyle Paris’te uçarken, sağda Cartier Santos – 1988 çelik altın modeli kol saati
Santos-Dumont arkadaşı Louis Cartier’e uçarken cep saatini kontrol etmenin zorluklarından bahsetmişti. Zeplinin kontrolu için kumanda kollarını tutarken zamanı öğrenmede cep saatinin kullanışsızlığından dem vurmuştu.
Louis Cartier arkadaşının derdini dinledikten sonra 1904 yılında kare çerçeveli düz bir kol saati tasarlayarak üretmişti. Santos-Dumont iki elini zeplinin kumanda kollarında kullanarak zamanı rahatlıkla takip edebilecekti. Böylelikle uçuş performansını daha güvenli bir şekilde geliştirebilmişti.
Çok popüler bir kişiliği olan Santos-Dumont’un sürekli bileğinde bulunan saati, çevresinde de çok beğenilmişti. Avrupa çapında ünlü olan havacı sayesinde saatin reklamı yapılmıştı.
Aslında ilk kol saati 1868 yılında Patek Philippe tarafından keşfedilmişti. Ancak 1904’e kadar ihtiyaç duyulmadığından neredeyse hiç kullanılmamıştı. Santos-Dumont’un şan ve şöhretli reklamıyla Louis Cartier’in bu ürünü hemen moda olup yaygınlaşmıştı. Cartier firması halen Santos-Dumont saat serisini (farklı boyut ve kombinasyonlarda) üreterek pazarlamaktadır. Aralarında en popüler olanı “Cartier Santos 100 Carbon” modelidir.
4/ Paraşütten Yapılan Tuvalet ve gelinlikler:
II.Dünya savaşı sadece cephedekiler için değil evdekiler için de çok zordu. Savaş bittiğinde bile çoğu ülkede her türlü tüketim malına karneyle ulaşarak yaşam sürmekteydi. Karne uygulamasının içinde kumaşta vardı. Çok pahalı ve kıt olmasının yanısıra karaborsaya ulaşmaya kimsenin gücü yetmiyordu. Her şeyde, her zaman tasarruf ön plandaydı...
Cepheden dönenlerle bekleyenleri arasında hayat yavaş yavaş normale dönerken nişan-evlilik gibi toplumsal davranışlar da artmıştı. Ne var ki kolay ulaşılamaz olan kumaş nedeniyle bazı kadınlar doğaçlama yapmışlardı.

Solda naylon paraşütten yapılmış gelinlik, sağda ipekli paraşütten gelinlik ve tuvalet
Havacı damat adaylarından bazıları yanlarında hatıra olarak getirdikleri paraşütlerden maharetli eller tarafından nişan elbisesi, tuvalet ve gelinlikler dikilmişti. O yıllarda paraşütün kubbeleri hafif, kolay katlanabilir ve aleve nispeten dayanıklı olması nedeniyle neredeyse tamamı ipekten üretiliyordu. Ayrıca paraşüt kubbesinin renginin beyaz olması büyük avantajdı.
Eğer damat adayı havacı değil ve klasik takasla ticaret yöntemine hakimse; kısaca becerikliyse (içki, sigara, konserve yiyecek vb.) değiş tokuşla paraşüte ulaşabiliyorlardı. Bu usul İngiliz, ABD ve Kanadalı damat adayları arasında hayli popülerdi.
Savaşın son yıllarında ABD, Japonya’dan ipek ithal edemediği için paraşütlerdeki naylon oranını çok arttırmıştı. Ama ABD’li gelin adayları için sorun olmamış, yaratıcılıklarını kullanarak bu kez gelinlikler naylon paraşütlerden dikilmişti.
Günümüzde İngiltere ve ABD’de birçok müzede paraşüt ipeği ve naylonundan yapılmış çok çeşitli nişan giysileri, tuvaletler ve gelinlikler sergilenmektedir.
5/ Havada Tuhaf Bir Çarpışma:
Uçakların havada birbirleriyle çarpışma riski oldukça düşük ama sonuçları bakımından çok ürkütücü olduğu kesindir.
29.9.1940’ta Avustralya’nın New South Wales Eyaletinin Broclesby kasabasının civarında birbirine yapışık iki Avro Anson tipi hafif bombardıman uçakları zorunlu iniş yapmışlardı.
Eğitim programına göre iki uçak birbirinin peşi sıra belirlenen rotayı uçacaklardı. İki motorlu, iki kişilik uçaklar birbirlerini havada kaybetmişlerdi. Daha sonra yerden 900m yükseklikte birden pervaneler ve gövdelerin birbirine çarpma, sürtünmelerinden kaynaklanan acayip sesleri duyan uçucular çok şaşırmışlardı. Tuhaf bir şekilde çarpışma denilemeyecek biçimde, iki uçak birbirinin üstüne çıkmışlardı. Üstteki uçağın motorları hemen patlamayla dururken alttakinin motorları tam güçle çalışmaya devam etmişti.

Her iki Avro Anson uçağının yandan ve ön çaprazdan iniş sonrası görünümü
Üstteki pilot ve seyrüseferci hemen uçaklarını paraşütle terk etmişlerdi. İki uçak Siyam ikizi gibi birbirine yapışık, dönüşe girerek alçalmaya başlamıştı. Ayrıca alttaki seyrüseferci de paraşütle atlamaya teşebbüs etmiş ancak sıkıştığından başarılı olamamıştı.
Alttaki uçağın pilotu durumu kontrol edebileceğine kanaat getirince yapışık uçaklarla zorunlu inişi yapabileceği güvenli bir yer aramıştı. Yaklaşık 9.5km bu şekilde süzüldükten sonra meskûn olmayan bir otlağa inişini yapmış, 200m sürüklendikten sonra salimen durmuştu. Çiftlik hayvanlarının endişeli ve meraklı bakışları arasında her şey süt liman olmuştu. Sadece alttaki seyrüsefercinin sırtını, üstteki pervanelerden biri çarpışma esnasında yaralamıştı.
Savaş içinde olmasına rağmen olay basında yer alırken pilotun soğukkanlılıkla büyük bir kazayı önlemesinden övgüyle bahsetmişlerdi.
6/ Terminal Filminin Gerçek Öyküsü:
İran asıllı Mehram Karimi Nassari, 1988-2006 yılları arasında Paris’in Charles de Gaulle havaalanının 1. Terminalinde yaşamıştı. Bu süreçte “Sir Alfred” lakabını almıştı.
İran’da bir petrol tesisinin lojmanlarında, annesi İskoç asıllı bir hemşireden gayri meşru çocuk olarak doğmuştu. Babası 1972’de ölünce ailesi tarafından reddedilen Sir Alfred İngiltere’de eğitimini tamamlamıştı. 1974’te İran’a geri dönmüş, Şah Rıza Pehlevi aleyhindeki gösterilere katıldığı için vatandaşlıktan çıkartılıp sınır dışı edilmişti.
Sir Alfred’in artık ulusal kimliği olmadığı için kendisine mülteci statüsü verebilecek bir ülke aramaya başlamıştı. Bu süreçte yedi ülkeye sığınma başvurusunda bulunmuştu. En son 1981’de Belçika’dan mültecilik hakkı kazanmış ve sosyal yardımlarla yaşamını sürdürmüştü.
Daha sonra İngiltere’ye yerleşmeye karar verip Paris üzerinden yola çıkmıştı. Kendi ifadesine göre tüm belgelerini Paris’te çaldıran Sir Alfred, Londra uçağına binmiş ama inişten sonra yetkililer derhal geri yollamıştı. Bundan sonra İngiltere-Fransa-Belçika arasında sürekli iade-geri iade edilmeli bir serüven yaşamıştı. En son Paris’e geri gönderildiğinde parası ve seçenekleri tükenmiş bir şekilde Charles de Gaulle havaalanının 1. Terminalinde ikametgâhına başlamıştı. Sir Alfred terminalin restoran katında ve yıllar içinde gittikçe artan miktardaki eşyalarını kutu ve valizlerle bir banka yerleştirmişti.

Solda Sir Alfred terminalde eşyalarıyla ve dışarı çıkınca Terminal filminin afişiyle, ortada Tom Hanks filimden bir karede
1992 yılında Sir Alfred’in Paris’te yıllardır süren davasını bir Fransız insan hakları avukatı üstlenmişti. Mahkeme sonucunda ülkeye yasal olarak girdiği ama terminali terk edemeyeceği kararı çıkmıştı. 1999’da avukatı tekrar Belçika’dan mülteci evraklarını elde etmiş ancak sahte olduğuna inanan Sir Alfred imzalamayı red etmişti.
2006’da rahatsızlığı nedeniyle havaalanından ayrılıp hastaneye gidince terminal öyküsü de sonlanmıştı. Ardından mülteci olarak tekrar dışarıdaki yaşamına başlamıştı...
Ünlü yönetmen Steven Spielberg ve oyuncu Tom Hanks öyküden çok etkilenerek (hakları için kendisine yaklaşık 200.000USD ücret ödenerek) 2004’te filme çekmişlerdi. Ne var ki 1.Terminalde sinema salonu olmadığı için Sir Alfred ancak dışarı çıktığında filmi izleyebilmişti.
7/ Manhattan’a Uçak İndirmek:
30.9.1956 günü Thomas Fitzpatrick, New York’ta bir barda bahse girmişti: 15 dakikadan kısa bir sürede New Jersey’den Manhattan’a varabileceğini iddia etmişti. Elbette bahse tutuşurken bunu bir uçakla gerçekleştireceğinden ve pilot olduğundan bahsetmemişti.
Bardan çıkıp New Jersey’deki Teterboro Havacılık Okuluna gidip sabaha karşı üç sularında tek motorlu küçük bir uçak çalmıştı. Uçağın ışıklarını ve telsizini kapalı tutarak havalanan Fitzpatrick, başlangıçta George Washington Kolejinin spor sahasına inmeyi planlamıştı. Oranın ışıklarının yanmadığını görünce Manhattan’a yönelmişti. Binaların arasından süzülürken sokak direkleri ve arabalardan kaçınarak St. Nicholas caddesine sabah üç civarında inmiş ve uçağı bahsin yapıldığı barın yanına getirerek park etmişti.

Sabah barın önündeki uçak, meraklılar ve polisler
Sabah durumun farkına varan polis tarafından tutuklanıp derhal mahkemeye çıkarılmıştı. Duruşmada kendisine 100 USD (enflasyon etkisi giderilmiş 2024 karşılığı 1.152USD) ceza verilmişti. Olay basında “havacılık başarısı”, “mükemmel iniş” vb. başlıklarla duyurulunca, okul ve uçağın sahibi hem güzel reklam hem de uçağın hasarsız olması vb. faktörlerle Fitzpatrick’i affetmişti.
Ne var ki iki yıl sonra Fitzpatrick’in uçuşunun gerçek olmadığı konusunda şüphe duyanlar yine barda kendisiyle iddiaya tutuşmuşlardı. “Biramı tut” diyen Fitzpatrick, 4.10.1958 günü yine aynı senaryoyu uygulamıştı. Bu kez Manhattan’da, Amsterdam ve 190. Caddelerinin kesiştiği noktaya gece yarısından hemen sonra inmişti. Ardından 187. Caddedeki barın önüne uçağıyla caddelerden taksi yaparak gelmişti. Araba trafiğine rağmen kaza olmaması mucizeviydi.
Bu kez mahkeme Fitzpatrick’i altı ay hapse mahkûm ederken ilk olaydan yeterince ders almadığı vurgulanmıştı. Fitzpatrick ise savunmasını “Biranın kötü olmasının talihsizliği” şeklinde ifade ederken, henüz 34 yaşındaydı.
Bu olaydan etkilenen barmenler New York barlarından tüm dünyaya “Gece Uçuşu” isminde yeni bir kokteyli yaymışlardı. Günümüzün hoşgörüsüz ortamında böyle bir uçuşa teşebbüs etmekle, kişinin doğrudan terörist suçlamasıyla karşılaşılacağı, belki de canından olacağı neredeyse kesindir.
8/ Yolcu Uçağına İlk Sabotaj:
1.11.1955’te United Airlines’ın 629 sefer sayılı DC-6B tipi uçağı Denver kentinin Stapleton havaalanından kalkışından 11 dakika sonra havada infilak etmişti. Uçaktaki toplam 44 kişiden kurtulan olmamıştı.
Hemen FBI (Federal Soruşturma Bürosu), CAB (Sivil Havacılık Bürosu: NTSB’den önceki Havacılık Bürosu) kurumları çok kapsamlı araştırma başlatmışlardı. Derin inceleme ve araştırmalar sonucunda kadın yolculardan Daisie King’in valizinde bir akü ve elektrik kablo parçaları bulunmuştu. İp uçlarını değerlendiren FBI, kazazedenin problemli ve annesinden nefret eden oğlu John Gilbert Graham’a ulaşmışlardı.
Yetim geçen çocukluğu, annesinden hiç maddi destek görmediği için sadece hep nefret etmesi nedeniyle John bu eylemi yapmıştı. Uçuştan önce annesi için 37.500USD (enflasyon etkisi giderilmiş 2024 ederi 193.158USD) uçuş sigortası da yaptırarak kazadan para kazanmayı da hedeflemişti.
Tutuklandıktan sonra her şeyi açıklayan John, daha önceden annesinin kafeteryasına gaz kaçağı sabotajı yaptığını da eklemişti.

Solda saatli bombanın bulunan bir parçası, Fail John Gilbert ve DC-6B uçağı
Mahkemede ilginç bir durumla karşılaşılmıştı: O güne kadar bir uçağın düşürülmesiyle ilgili herhangi bir federal yasa yoktu. Bu yüzden sadece birinci dereceden cinayetle suçlanıp idam edilmişti. Olayın akabinde ABD’nin Başkanı Eisenhower, ticari bir uçağın kasıtlı bombalanmasını suç kapsamına alan bir yasa tasarısını hemen yürürlüğe sokmuştu.
9/ 3.000m Yükseklikten Düşüp Mucizevi Hayatta Kalma:
Peru’nun havayolu Lansa 508 sefer sayılı L-188A Electra tipi dört motorlu uçağı 23.12.1971’de Lima-Pucallpaya seferini yapıyordu. Kalkışından 40 dakika sonra 3.048m≈ 10.000’ yükseklikte çok şiddetli fırtına bulutunda (cumulonimbus) sağ kanadı gövdeden ayrılmış ve uçak hızla yere alçalırken parçalanmaya başlamıştı. En sonunda Amazon ormanlarının çok yoğun bölgesine düşmüştü.
Uçaktaki toplam 92 kişiden sadece annesiyle yolculuk yapan Alman asıllı Juliane Koepcke kırıklar, kesikler, görme zorluğu, beyin sarsıntısıyla hayatta kalabilmişti. Uçak düşerken koltuğuna bağlı olan Juliane’nin alçalış hızını çok yoğun orman dalları, sarmaşıklar vb. bitki örtüsü yavaşlatmıştı.
Babası zoolog olup Peru’da araştırma yapmaktaydı: 17 yaşındaki Juliane bu sayede orman, bitki, haşarat, akarsu vb. konularında oldukça bilgiliydi. Annesiyle birlikte babasının yanına gitmek için uçağa binmişlerdi. Aramaya çıkan uçak ve helikopterler, ağaçların yoğun örtüsü nedeniyle başarısız kalmışlardı. Bir dereyi yürüyerek takip eden Juliane, zorlukla hayatta kalarak on gün sonra oduncularla karşılaşarak kurtulmuştu.
Kurtulduktan sonra bir süre hastanede fiziki tedavisinin yanısıra psikolojik travması için de yardım almıştı. Daha sonra kaza yerinin bulunmasına yardımcı olurken, annesinin cesediyle de karşılaşmıştı. Takiben Almanya’ya dönerek tedavisini ve eğitimini tamamlamıştı.
Çok sonraları bir röportajında kabuslarıyla ilgili “Neden tek kurtulan ben oldum düşüncesi beni rahatsız ediyor, her zaman edecek” demişti.

Solda Juliane Koepcke ve L-188A Electra tipi kazaya uğrayan uçak
1974’te “Mucizeler Hâlâ Oluyor” isminde Juliane ve Lansa 508 uçuşunu konu alan İtalyan yapımı film çekilmişti. 1998’te Alman yönetmen Werner Herzog (geç kalıp uçağı kaçırarak kazadan son anda kurtulan yönetmen) tarafından “Werner Herzog’s Wing of Hope”- isimli belgesel filmi yapmıştı.
10/ 1960’larda Uzayda Terk Edilen Uydular 2000’li Yıllarda Tekrar Faaliyete Geçtiler:
LES 1 uydusu 1965-1967 yılları arasında ABD’nin MIT (Massachusetts Instute of Technology) laboratuvarında üretilip uzaydaki yörüngesine yerleştirilmişti. 1969’da uydunun dünya ile iletişimi tamamen kesilmişti. Gezegenimizin etrafında uzay çöpü olarak dönmeye devam etmişti.
2013’te amatör bir İngiliz radyo gökbilimcisi tarafından hayalet sesler diye adlandırdığı LES 1 sinyallerini ilk duyan olup kaydedebilmişti... Üç yıl boyunca çeşitli uzay gözlem birimlerince LES 1 uydusunun sinyalleri takip edilerek doğrulanmıştı.
Uzmanlar LES 1’in aralıklı sinyal göndermesini cihaz içindeki bir arıza nedeniyle sistemin tekrar aktif olması şeklinde açıklamışlardı. Ancak uydu iletimlerinin sadece güneş panellerinin doğrudan ışığa maruz kaldığı sürelerde gerçekleştiğini, kendi gölgesinin panellerin üzerini kapattığında yayının durduğunu, bundan da dahili bataryasının tamamen devre dışı kaldığından emin olmuşlardı.
LES 1 gibi SOHO uydusu ve Voyager-1 uzay sondası da 1960’larda üretilip uzaya fırlatıldıktan bir süre sonra sessiz kalmışlardı. Uzun süren sessizlikten sonra her ikisi yeniden faaliyete geçmişlerdi. En son 2025 Mart’ta Voyager-1’in çalışma ömrünü uzatmak için bazı sistemleri NASA tarafından durdurulmuştu.
Uzmanları hayrete düşüren önemli faktör ise 1960’lı teknolojilerin, uzayın zorlu koşullarına rağmen hâlâ bir şekilde çalışabiliyor olmalarıdır. Üstelik en az elli yıllık bir teknoloji farkı, uzay teknolojisinde çok büyük gelişimi belirtmektedir. Yine de günümüze göre çok basit teknolojilerin kullanılmasının dayanıklılığı arttırdığı şeklinde çıkarsamalarda bulunmuşlardı..

Sol üstte Voyager-1 sondası, sol altta SOHO uydusu, sağda LES 1 uydusu
11/ Uçak Yerine Mikro Otomobil Üretimi:
II.Dünya savaşından sonra Alman Messerschmitt uçak fabrikasına her çeşit havacılık araç ve gerecin üretim yasağı konulmuştu.
Uçak mühendisi Fritz Fend tarafından tasarlanan Messerschmitt KR-200 veya Kabinroller (kabinli scooter) isimli üç tekerlekli, kabinli otomobil-motosiklet karışımı modelinin üretimine geçilmişti. Mühendis Fend 1952’de engelliler için tasarladığı araçtan binek modelini geliştirmişti.

Solda KR-200’ün iç görünümü, sağda açılır (cabriolet) ve sabit tavanlı modelleri
1955-1964 yılları arasında tek ve iki kişilik, açılır tavanlı (cabriolet) vb. çok değişik versiyonları üretilmişti. Özellikle kapı, pencere, farklı tavan modelleri ve römork çekebilme özellikleri eklenmişti. Hafif ağırlık ve uygun aerodinamik yapısıyla maksimum 90km/sa hız yapabiliyordu. Messerschmitt’in isim ve amblemini taşıyan araba, 2.500DM fiyatla önce Almanya ardından Avrupa’da yaygınlaşmıştı. Nitekim ilk yıl 12.000 adet üretilmiş ve çok büyük satış rakamlarına ulaşılmıştı...

Tiyatrocu ve yönetmenler Yılmaz Onay ile Erol Keskin iki kişilik yandan açılan tavan kapılı modelde
Ne var ki 1956’da Messerschmitt fabrikasına yeniden uçak vb. üretim faaliyet izni verilince mikro arabanın ar-ge ve üretim ilgisi azaltılmıştı. Ardından tüm üretim ekipman ve isim hakları başka bir şirkete satılmıştı.
12/ Uzayda Tuvalet Kavgası:
Uzay istasyonu çoklu modüllerden oluştuğu için ABD ve RUS’lar, erkek-kadın için ayrı ayrı tuvaletler tasarlayıp üretmişlerdi. Genelde idrar özel bir rezervuarda biriktirilip ardından özel bir solüsyonla yoğunlaştırılmaktadır. Gerektiğine bu işlenmiş solüsyon farklı teknik ihtiyaçlar için kullanılabilmektedir. Dışkı sistemi daha farklı ve komplikedir.
Başlangıçta astronot ve kozmonotlar tuvaletler arasında ayırım yapmamaya karar vermişlerdi: Kendilerine en yakın olanı kullanıyorlardı; istasyonun modüler yapısı bu tür kullanımı daha pratik kılıyordu.
Uzay İstasyonu devreye girdikten bir süre sonra erkek ABD astronotları RUS meslektaşlarının kendi tuvaletlerini kullanmalarını reddetmişlerdi. Dışkı için dünyada her iki ülkenin mühendisleri ayrı ayrı tüm beslenme alışkanlıkları, vücut ağırlıkları, kadın-erkek ayrımı vb. faktörleri göz önüne alarak tuvalet ve kanalizasyon sistemlerini tasarlayıp Uzay İstasyonu için üretmişlerdi. Ne var ki ABD tasarımı tuvaletler sık sık arızalanınca ABD’li erkek astronotlar böyle bir karar almışlardı. Tuvalet arızaları sonucu ortaya çıkan kötü kokuların yanısıra Uzay İstasyonunda havalandırma sisteminin olmaması durumu daha sıkıntılı hale gelmekteydi. Bu arada her iki ulusun üretimi kadın tuvaletlerinde hiç problem çıkmamıştı.
Aslında RUS ve ABD astronotlarının beslenme menüleri çok farklıydı. Rusların yemekleri Amerikalılara göre çok daha lifli, yağlı, organik üretim olup 300’den fazla çeşitteydi. ABD yiyecekleri az yağlı et ve deniz ürünlerinin yanısıra GDO’lu sebze ve meyve ağırlıklıydı. Sonuçta bunlar dışkıların yapısını etkiliyordu. Rus kozmonotlarının dışkılarının Amerikalı meslektaşlarına oranla daha katı ve büyük boyutta olması tuvalet arızalarının nedeniydi. Öte yandan Rus uzay tuvaletlerinin kendi beslenme alışkanlıklarına göre dizayn edildiği için çok daha güvenilir ve kullanışlı olduğu kesindi.

Uzay İstasyonu ve bir tuvaleti
ABD’li astronotların bu şikayetleri üzerine NASA, 19milyon USD tutarında yepyeni bir tuvalet sistemini tasarlayıp üretmiş, istasyona yollanarak monte edilmişti.
Öte yandan astronotların dışkıları diğer çöplerle birlikte özel bir kapsüle yerleştirilip, daha sonra kontrollü şekilde uzay boşluğuna bırakılmaktadır. Bir süre sonra yörüngeden Dünya atmosferine giren bu kapsül, aşırı sıcaklıkta tamamen yanmaktadır. Teknik olarak astronotların dışkıları gökyüzü çöpüne dönüşürken bazen ışık topu gibi görülebilmektedir. NASA bu konudaki kaygı, merak ve sorular için “Dışkılar birer yıldız kayması değildir!” açıklamasıyla yüreklere su serpmişti!
Başvurulan Kaynaklar:
* The Washington Post Gazetesi
* The New York Times Gazetesi
*www.thevintagenews.com
*www.thisdayinaviation.com
*www.warhistoryonline.com
*www.theaviation-history.com
*www.wikipedia.org
*www.theaviationgeekclub.com
*www.iwm.org.uk
*www.aviationexplorer.com
*www.smithsonianmag.com
*www.aerotime.com
*www.flightsafety.org